Yahudi inanışına göre, İsrailoğulları en mutlu günlerini MÖ 10. yüzyıl’da, Süleyman’ın krallığı döneminde yaşamışlardı. Süleyman’ın ölümünden sonra, Asurlular ile Mısırlılar arasındaki savaşlardan zarar görmüşler, Babil Kralı Nabukadnezar’ın MÖ 586’da Süleyman’ın Tapınağı’nı yıkmasının ardından Babil’e sürülmüşler, İranlı Ahimened Kralı II. Kiros tarafından esaretten kurtarılmışlar, Büyük İskender döneminde Makedonya Krallığı’nın tebası olmuşlar, İskender’den sonra Mısır ve Helen egemenliği arasında gidip gelmişlerdi. Yahudi tarihinde dönüm noktasını, Süleyman’ın Tapınağı’nın MS 70 yılında Roma İmparatoru Vespesianus’un oğlu Titus’un askerleri tarafından yerle bir edilmesi oluşturuyordu.
Roma’ya ikinci kez başkaldırdıkları 132-135 yıllarından sonra İmparatorluğun çeşitli bölgelerine göç etmek zorunda kalan Yahudilerin durumu, Roma’nın Hıristiyanlığı kabulünden sonra daha da zorlaştı. Tahmin edileceği gibi Hıristiyanlar (Katolikler), Yahudileri İsa’yı öldürdüğü ya da öldürttüğü inancı yüzünden sevmiyorlardı. Ayrıca, Katolikler İsa’nın, Yahudilerin asırlardır bekledikleri, Yahudi dini metinlerinde anlatılan Mesih olduğuna inanıyorlar, Yahudiler ise İsa’yı Mesih olarak kabul etmiyorlardı.
300’lü yılların başında İspanya’da Yahudi erkekle evlenmek yasaklandı. 1215 Lateran Konsili’nde Yahudilerin (ve Müslümanların) özel giysiler giymesi zorunlu kılındı. 1348-1351 arasında Avrupa’nın üçte birini yok eden Büyük Veba Salgını sırasında ‘günah keçisi’ ilan edilerek Doğu Avrupa’ya göçmek zorunda bırakıldılar. 1492’de İspanya’dan sürüldüler. İlk kez 1516’da Venedik’te getto denilen duvarlarla çevrili mahallelere çekilmek zorunda kaldılar. Ortaçağdan beri tarımla uğraşmaları, üniversiteye girmeleri, askerlik yapmaları ve kamu görevlisi olmaları yasak olan Yahudilerin, faaliyet gösterebilecekleri tek alan olan ticaret ve bankacılıkta elde ettikleri başarılar Yahudi düşmanlığını pekiştiren bir unsur oldu. İşte bu düşmanlık dalgası yüzünden 15. yüzyılda önce Portekiz’e, sonra Hollanda’ya sığınmak zorunda kalan, 16. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman’ın davetiyle İstanbul’a gelen Doña Gracia Mendes ve yeğeni Joseph Nasi’nin hikayesini bu sayfalarda anlatmıştım.[1]
Aydınlanma düşüncesi ve 1789 Fransız İhtilali’nin yarattığı özgürlük ortamından diğer gruplar gibi Yahudiler de yararlandı. 1799’da Napolyon, Mısır Seferi sırasında Yahudilere Akka’nın dışında bir yerde yerleşim kurma sözü verdi, ancak bölgeden kısa sürede çekilince bunu gerçekleştiremedi. 1840’ta, Kudüs’teki Britanya temsilcisi Lord Palmerston “Britanya İmparatorluğu’nun yüksek çıkarlarını korumak üzere” bir Avrupalı Yahudi Yerleşim Kolonisi kurma fikrini ortaya attı ama arkası gelmedi. Yahudilerin “Vaadedilen Topraklar”a[2] dönme ideali işte böyle bir arka plana sahiptir.
Başlangıçta II. Abdülhamid Rusya, Romanya ve Yunanistan gibi ülkelerde zulüm gören ve bu yüzden ülkelerinden kaçmak zorunda kalan Yahudileri sahiplenmiş ve onların ülkenin çeşitli vilayetlerine yerleştirmişti. Fakat bu ailelerin Filistin’e yerleşmeleri istenmiyordu. Bâbıâli’nin ısrarını kırmak üzere 1878’de “Şark Meselesi” başlığıyla bir makale yazan ve makalesinde İngiltere hamiliğinde bir Yahudi Devleti’nin kurulması fikrini atan iş adamı Edward Cazelet, İstanbul’a planını görüşmeye gitti. Ancak yanıt değişmedi. Yahudi göçmenler için Adana, Halep ve Mezopotamya’da geniş topraklar vardı. Ancak Filistin’e göç mümkün değildi! Osmanlı ülkesine hicret edecek Musevilerin hükümet tarafından bir işaret verilmeden kabule aykırı hareket eden memurlar şiddetle cezalandırılacaklardı. Bu arada Yahudiler kendi aralarında “Siyon Aşıkları” adlı bir dernek kurmuşlardı. Böylece Yahudilerin Filistin ve Kudüs’e yerleşmesini amaçlayan Siyonizmin de ilk adımı atılmış oldu.
“93 Harbi”nden yaralı çıkan Osmanlı İmparatorluğu’nun sömürgelere giden Hindistan Yolu’nun güvenliğini eskisi gibi sağlayamayacağı düşüncesindeki karar vericiler, Süveyş Kanalı civarında Batı değerleriyle barışık bir Yahudi devletinin iyi bir fikir olduğunu düşümeye başlamıştı. Böylece İngiliz gazetelerinde Osmanlı İmparatorluğu’nun Filistin’deki topraklarını Yahudilere satarak elde edeceği kazancın borçlarını kapatacağı konusunda yazılar çıkmaya başladı.
Laurence Oliphant’ın girişimleri
Bütün bunlar seyyah-yazar Laurence Oliphant’ı harekete geçirmişti. Kırım Savaşı’nda London Times muhabirliği de yapmış olan Oliphant, savaşta Osmanlıları desteklemiş, tam bu yıllarda Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulması düşüncesiyle ilgilenmeye başlamıştı. Ona göre Asya’daki bütünlüğü sağlamak ve bölgeyi yeniden canlandırmak için en iyi yol Türklerle işbirliğinden geçiyordu. Oliphant, ilk olarak, önemli İngiliz kanaat önderlerinden Lord Salibury’nin tavsiyelerine uyarak 1879’da Filistin’e gitti. Orada Hıristiyan bir İskoçyalı olmasına rağmen Yahudilerin “Vaadedilen Topraklar”a dönmesini Kutsal Kitap’taki kehanetler uyarınca aslında Hıristiyanlığa hizmet olarak gördüğü için misyon edindiğini açıkladı. Oliphant’ın Filistinlilere açıklamadığı ise, Ölü Deniz çevresinin henüz keşfedilmemiş zenginlikleri ve fırsatlarıydı. Filistin bölgesi hem bitki örtüsü, hem su hem de maden açısından çok zengindi. Britanya’nın yıllık tüketimi olan 200 bin ton potasyum klorit pekala buradan tükenmez şekilde elde edilebilirdi. Dolayısıyla Ürdün vadisi ilk Yahudi yerleşimler için biçilmiş kaftandı. Buraya yerleştirilecek Yahudiler işte bu işlerde çalıştırılacak ve bölge kalkındırılacaktı.
Aklındaki bu fikirlerle İstanbul’a döndüğünde Oliphant, kendi ifadesiyle adeta “bir kıza talip” olma heyecanı ile II. Abdülhamid’in huzuruna çıkmış ve projesini sunmuştu. Ancak teklif hükümet tarafından siyasi açıdan sakıncalar taşıdığı gerekçesiyle reddedildi. Kendisine dendiğine göre bölgeye Yahudi göçmen yerleştirip, bunların kendilerini idare etmelerine izin vermek “hükümet içinde hükümet kurmak” demekti. Hükümetin ret kararı, II. Abdülhamid tarafından gönderilen 17 Mayıs 1880 tarihli iradeyle onaylandı.
Rusya’daki pogromlar
Göç baskısı çok değil, bir yıl sonra yaşanan bir olayla tazelendi. 13 Mart 1881’de Çar II. Aleksandr’ın bir Yahudi tarafından öldürüldüğü şüphesi üzerine halk, zaten nefret ettiği Yahudilere karşı boyutları iç savaşa yaklaşan bir taarruza geçmiş, bilhassa köylerde Yahudiler toplu halde öldürülmüştü. Devlet destekli bu saldırılara pogrom adı veriliyordu. Bazı isyancılar sembolik olarak mahkemede yargılansalar da, genelde Yahudi karşıtlarının yargılandığı davalar beraatle sonuçlandı. Tüm dünyada olduğu gibi, İngiliz kamuoyunda da geniş yankı bulan Rusya’daki olaylara tepkiler yağdı. Haberleri okuyan bazı okuyucular, Rusya’da üç milyon Yahudi’yi sınır dışı etmeye götüren zulmü, 1876’da Bulgaristan’da yapılandan daha şiddetli bulmuş ve eleştirmişti. Dış dünyadan yükselen tüm tepkiye rağmen Rus hükümeti işi daha da ileri götürmüş, 1882 yılında “Mayıs Kanunları” adı altında bir dizi karar da dahil olmak üzere halkı Yahudi katliamına teşvik edecek geniş çaplı bir propagandaya girişmişti. Yahudilere fiili saldırılar başka Avrupa ülkelerinde de yoğunlaşınca başta Laurence Oliphant olmak üzere İngiliz soyluları, Rusya zulmünden kaçan Yahudiler için “bir yurt” belirleme işine daha sıkı sarıldılar. Gözler yeniden Filistin’e çevrildi.
Osmanlı İmparatorluğu, 1881’de Fransa’nın Berlin Anlaşması’nı ihlal ederek Tunus’u, Britanya’nın ise 1882’de stratejik bir öneme sahip Mısır’ı işgal etmesi ile sarsılmıştı. Bu haksız ilhaklar II. Abdülhamid’i dış ilişkilerinde daha şüpheci yapmıştı. Dolayısıyla Filistin’e Yahudi göçüne daha bir şiddetle itiraz eder hale gelmişti. Halbuki o yıllarda tüm Osmanlı ülkesinde olduğu gibi “Kutsal Topraklar”da da birbiri ardına Rusya, Britanya, Fransa, Almanya ve hatta İtalya güdümünde misyonerler cirit atıyor, kiliseler, dinî okullar ve dernekler kuruluyordu. Babıâli’nin tüm engellemelerine rağmen Ekim 1883’te Filistin’de Hıristiyan kılavuzlarının yönetiminde ilk Yahudi kolonisinin kurulduğu haberi geldi. İstanbul’un Filistin’in cazibesini azaltmak için aldığı tedbir Yahudileri Anadolu’ya iskân etmekti. Nitekim Temmuz 1887’de Romanya’dan kovulan 400 aile, 15-20 hane halinde Bursa’ya yerleştirildi. 400 kişilik ikinci Yahudi kafilesi ise İzmir ve Aydın civarında iskân edildi. Ancak kafileler bu vilayetler içinde bile dağıtılıyordu. Dolayısıyla bu yöntemle Filistin ateşini söndürmek mümkün değildi.
Baron Hirsch’in girişimleri
II. Abdülhamid’i ikna etmenin zorluğunu idrak eden Avrupa’daki Yahudi lobisi “onlara ayrılabilecek boş odası olan” yerler listesine Filistin dışında yerler eklemek gerektiğini fark etmeye başlamıştı. Bu konuda en yaratıcı çözümleri Baron Maurice de Hirsch önerdi. Hirsch’e göre Filistin şart değildi, Yahudiler nerede ve ne zaman özgür olabileceklerse, orası satın alınmalı ve oraya yerleştirilmeliydi. O, Yahudilere güveniyordu. Eğer doğru yer ve fırsat verilirse, diğer milletlerin insanları gibi birinci sınıf yaşayabilir ve dinlerini uygulayabilirlerdi. Hirsch, servetini Avrupa’dan Balkanlar yoluyla İstanbul’a uzanan Rumeli Demiryolları inşaatından kazanmıştı. İşi dolayısıyla yakın ilişki kurduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu mali sıkıntılardan yararlanarak, Yahudiler için Anadolu’da geniş topraklar satın almak istedi. Oysa Osmanlı İmparatorluğu ve Hirsch arasında demiryollarının yapımından kaynaklanan bazı sorunlar, hatta açılmış davalar vardı. Belki de bu yüzden önerisi Babıâli tarafından kesin bir dille reddedildi. İstanbul’dan ümidini kesen Hirsch, Güney Amerika’nın boş otlaklarına yöneldi. 400 bin Yahudi’nin yerleştirilmesi için Arjantin’in Buenos Aires bölgesinden çok geniş bir arazi satın aldı.
Bu sırada Rusya’dan kaçan Yahudiler İngiliz buharlı gemileriyle Hayfa’ya doğru akmaya devam ediyordu. II. Abdülhamid, 2 Temmuz 1891 tarihli iradesinde Yahudilerin Avrupa ülkelerinden kovulma sebebinin malum olduğuna, bunların Filistin’e yerleşmeleri halinde buranın yerli halkını fakr-u zarurete sokacaklarına değiniyordu. Hal böyle olunca Yahudilerin Amerika’ya gitmeleri teşvik edilmeliydi. Bundan sonra Osmanlı topraklarına gelecek hiçbir Yahudi kabul edilmemeli, Osmanlı iskelelerine yanaşma imkânı bulan Yahudilerin karaya çıkmalarına da izin verilmemeliydi. Padişah, 15 Temmuz 1891 tarihli bir başka iradesi ile bu konudaki kararlığını daha sert dile getirdi.
İngiliz kamuoyu da yoğun Yahudi göçünden şikâyet eder hale gelmişti. Kimi şehirlerin çeperlerinde yığılan yoksul Yahudilerden şikâyetçiydi, kimi Yahudi işgücünün ekonomiye katılmasıyla birlikte artan İngiliz işsizliğinden, kimi Yahudilerin gelenek ve göreneklerinin sosyal hayata yaptığı etkilerden. Halbuki kınadıkları Rusya’da dört milyon Yahudi yaşarken, övündükleri Britanya’daki Yahudi sayısı 100 bini geçmiyordu.
Baron Rothschild’in girişimleri
İngilizler ABD veya Latin Amerika ülkelerinin göçmen kabulü için teşvik edilmesini istiyordu ancak Baron Hirsch’in Arjantin’de kurmaya çalıştığı koloni başarısızlığa uğradı. Çünkü kentli göçmenler tarıma yabancıydılar, dindar Yahudiler “koşer”[3] yiyecek bulmakta zorluk çekiyorlardı, Arjantin Hükümeti de sonunu göremediği bir maceraya girmekten korkuyordu. Bunun üzerine gözler Suriye’ye çevrildi. Bu sefer saygın Yahudi sermayedarlarından Baron Nathan Mayer Rothschild çıktı sahneye. Rothschild Bâbıâli’den umduğu cevabı alamayınca kendisinin Şam ve Beyrut vilayetlerindeki boş arazilere Yahudilerin yerleştirilmesini öneren bir mektup yazdı Abdülhamid’e. Yanıt her zamanki gibi olumsuzdu. Yurdun genelinde yabancılar emlak edinebilirlerdi, ancak Filistin’de demografik yapıyı altüst edecek bu türden beklentiler hoş karşılanamazdı!
Halbuki bu sırada Baron Hirsch’in adamları sahte belgelerle 140 kadar aileyi Hayfa kazasına kabul ettirmeyi başarmışlardı. Öte yandan, Yahudilerin, Filistin’in yerli ahalisinden 40 bin dönüm toprak satın aldığı, 30 kadar koloni kurduğu, buralarda Baron Rothschild’in Fransa’dan getirdiği tarım uzmanlarının yardımıyla avokado, zeytin, üzüm yetiştirilmesine çalışıldığı, şarap ve parfüm imalathaneleri kurulduğu iddiaları vardı. Durum hemen Abdülhamid’e jurnallendi. Ancak Padişah’ın bu konudaki yasakları hatırlatan iradesi işe yaramadı.
1896’da ölen Baron Hirsch’in miras bıraktığı 1 milyon frankla (daha sonra para 7 milyon sterlinge çıkacaktı) koloniciler toprak satın almaya devam ettiler. Abdülhamid’in buna karşı bulduğu son çare, Hazine-i Hassa parasıyla Filistin’deki (özellikle Gazze’de) ekilebilir toprakların yedide birini (bir milyon dönüm) satın almak oldu. Aslında 33 yıllık saltanatı süresince Abdülhamid doğrudan satın alıp geliştirerek, boş arazileri tarıma açıp sahiplenmeye uygun yasalardan yararlanarak, miras yoluyla Anadolu, Filistin, Suriye, Irak, Yunanistan, Arnavutluk, Bingazi (Libya) ve Kıbrıs’ta geniş çaplı emlak ve sayısız işletmeyi uhdesine geçirmişti. Bu bağlamda, Suriye’deki en verimli toprakların üçte birini (üç milyon dönüm), Irak’ın o tarihteki petrol yataklarının en zenginlerini özel mülkü yapmıştı. Dolayısıyla Filistin’deki toprak satın almaları meşrulaştırmak için kullanılan “Yahudi göçünü engellemek” gerekçesi çok inandırıcı değildi. İşte bu sırada sahneye yeni bir aktör girdi. Bu kişi Theodor Herzl idi…